28 Aralık 2010 Salı

Alacakaranlık

Antikacı büyüyerek yaklaştı.
Devasa bir kapı… Hafifçe eğik, hafifçe soluk… Yanından geçip gideceğin, bir kez bile bakmayacağın bir dükkan… Ama hayır, kalbindeki orkestra bunu yalanlarcasına çalıyor… Çılgıncasına, soluksuz… Kapıya yaklaştıkça daha yüksek, kapı ona yaklaştıkça daha coşkulu… Ayakları ona ait değil. Kapıya ait, hayır hayır, kapının ardındakine ait…
İstemsizce eli kapının koluna değdiği vakit zaman duruyor…Kapının üzerindeki çan – çan çan çan çanların- çaldığı an…

Eskinin kokusu her yere yayılmış bir odanın içindeydi şimdi. Üst üste istiflenmiş kitaplar, dergiler, raflarda bir sürü biblolar, süsler, takılar , etrafa düzensizce yayılmış bir sürü mobilya…Bir Antikacı …
İlerde bir yerde, eski olan her şeyle birlikte kamufle olmuş yaşlı bir adam ayağa kalkarak yanına yaklaştı.

- Selam ufaklık. Sana nasıl yardımcı olabilirim?
- Eee…Şey…Ben sadece bakıyordum.
- Tabi nasıl istersen…Eğer bir sorun olursa çekinmeden sorabilirsin. Ön tarafta dergileri düzenliyor olacağım.

Yaşlı adamı kafasıyla onayladıktan sonra dükkanı kaldığı yerden dolaşmaya devam etti. Acaba buraya neden girdim, diye düşündü. Şuanda eve giden yolu yarılamış olması gerekiyordu. Oysa ki kendini bir anda bu dükkanda bulmuştu. Bir terslik vardı. Kocaman bir resimdeki küçük bir yırtık gibi...

Sessizce bir kahkaha attı.Tabi ya , dedi içinden, o yırtık benim, ne işim var burada. İçine bir rahatlık yayıldı…Elbette ki yanlış oydu ve buradan derhal ayrılıp eve gitmeliydi.

Aslında ne olduğunu bilmeksizin bakmakta olduğu eski gazeteyi aldığı yere bıraktı. Kayıp bir çocuğun resmine bakmakta olduğunu fark etmemişti. Asla bulunamayan bir çocuğun…
Kapıya doğru yöneldi. Eğer dimdik yürüyüp, hiç ses çıkarmadan buradan çıkarsa ters giden bir şey olmayacaktı. Evine gidecek ve hayatına devam edecekti.
Koşmaya başladığını fark edince durdu. Koşarsa dükkanın sahibi bir şey çaldığını sanabilirdi. Emin ama hızlı adımlarla ilerlemeye başladı, yere eğilmiş dergileri toplayan adamı usulca geçti, kapıya elini attı ve...

- Hey!Ufaklık!

İşte gene aynı orkestra…Duran zaman ve içindeki o acı his…

- Beğendiğin bir şey bulamadın galiba?
- Ihh…. (Ne diyordu bu adam? Neden hareket edemiyordu? Tanrı aşkına neler oluyordu?)
- Arka taraftaki oyunlara baktın mı?Fiyatları gerçekten çok uygun…Çok da ilginçler…İyi misin sen?

O an adamın elindeki dergiyi fark etti. Her yeri kapkaraydı ve sanki, sanki kalp gibi atıyordu… Neredeyse ağlayacaktı. O şeyden uzak durmalıydı. Hayatında yapacağı en doğru şey buydu. Sonra istemsizce konuştu.
- Şey elinizdekine bakabilir miyim?
Adam dergiye baktı ve gülümsedi.
- Anladım. Sen çizgi roman severlerdensin. Bu elimdeki aslında çok değerli bir parça. Tek sayı. Ama şuana kadar kime sattıysam hep geri geldi. Sanırım çok rahatsız edici… Al bak bakalım. Sana çok ucuza verebilirim.

Dergi ona doğru uzandı. Kara bir delik gibi… Elini kapmak istiyordu sanki. Elini hızla çekip koşarak kaçmak istiyordu, yapamıyordu. Kontrol onda değildi. Dergiyi tuttu ve içindeki uğursuzluk aniden kayboldu. Evet hala bir şeyler hissediyordu ama o hipnoz anı geçmişti.

- Dergiyi alacağım. Ne kadar? (Dergi ona aitti, bunu hissediyordu.)
- Önce bir baksaydın. Belki beğenmeyeceksin.
Adamın yüzünde endişe vardı. Çocuk güven verircesine gülümsedi.
- Ben bunu arıyordum zaten. Tahmin ettiğiniz gibi bir çizgi roman severim. Tam çıkarken elinizde görünce şaşırdım biraz…
- Anlıyorum, ufaklık. Fiyatı sana bırakıyorum. Nasıl olsa kimsenin pek hoşlanmadığı bir şey.

Cebinde ne varsa yaşlı adama verdikten sonra kapıya yöneldi. Adam vazgeçmeden gitmeliydi sanki. Beş dakika sonra dışarıda evinin yolunu tutmuştu.
Yaşlı adam çocuğun arkasından endişeyle baktı. Oysa ki çizgi romanlara hiç bakmadı, diye düşündü. Neyse, zaten çizgi roman olacak o korkunç şeyden nefret ediyordu.


Kapkara çizgi romanın ortasında uğursuzca parlayan bir ışık gibi, belli belirsiz bir yazı vardı.

“Alacakaranlık”




Çocuk yatağına usulca uzandı. Oysa ki en sevdiği şey yatağına kendini boşluğa atıyor gibi atlamaktı. Sonra tavandaki yıldızlara bakardı ve astronot olmayı düşlerdi birden. Bu defa hiçbirini yapmadı. Sadece sessizce yatağına uzandı ve elindeki dergiye kendisinin de fark etmediği bir korkuyla baktı. Sadece korku da değildi bakışlarındaki... Bir huşu vardı gözlerinde...


Çizgi romanı açmak için kapağını tuttu. Kalın bir cildi ve garip bir dokusu vardı. Canlı bir hayvanın derisine dokunuyormuş gibiydi. Sonra gözünde sinsice ve yavaş hareketlerle sürünen bir yılan belirdi. Tiksintiyle dergiyi yere fırlattı. Titreyerek yatağında oturdu, oturdu. Delicesine korkuyordu bu çizgi romandan ve delicesine de okumak istiyordu.

Saatler sonra annesi çağırdığında robot gibi yerinden kalkıp yemek yemeye gitti. Elinden geldiğince her şey normal gibi davranmaya çalıştı. Altı üstü odasında tuhaf bir çizgi roman vardı. Korkmanın hiçbir anlamı yoktu, bunu çok iyi biliyordu ama içindeki endişe ve telaşa engel olamıyordu bir türlü...

Erkenden yatmaya karar verdi. Yatağının güvenli kucağında uyumaktan başka bir şey istemiyordu. Rahatça yatağına uzandı ve yorganına sarıldı. O kadar ani bir şekilde uykuya dalmıştı ki sanki canavara dönüşmüş olan rüya, onu yakaladığı gibi kocaman ve karanlık ağzına atmıştı.


Her yer karanlık... Hiçliğin oluşturduğu bir karanlığın mekansızlığında asılı... Ansızın parlak bir ışık, bıçak gibi sert ve keskin, gözlerini acımasızca oyuyor. Gözyaşı yerine kan akıyor göz pınarlarından... Acı içindeki bir çığlık gibi fışkırıyor ışığın merkezine... Kanının damladığı yerlerden sarmaşıklar çıkmaya başlıyor ve bedeninin her yerini sarıyorlar. Bir tek gül görüyor yaprakların arasında... Kanı kadar kırmızı tek bir gülü hem görüyor hem hissediyor hem de duyuyor. Etrafındakiler siliniyor, siliniyor... Kırmızı gülden metrelerce, kilometrelerce uzağa gidiyor. Geride sadece silik gölgesi kalıyor geçmişinin...

Kabus canavar onu geceye geri tükürdü ansızın... Rüyadan bıçakla kesilir gibi kopmuştu. O kadar ani uyandı ki bir müddet kim olduğunu dahi hatırlayamadı. Gürültüyle nefes alıyordu, ter içinde ve titreyerek... Kafasında bir yıldırım çaktı ve tüm yaşamı ona geri döndü. Hatırlamak istemediği şeylerle birlikte...

Saat sabahın üçüydü. Bir çocuk için tehlikeli saatler... Gecenin en derin olduğu bu zamanda tüm korkular gerçeklerle dans ederdi. Gölgeler hareketlenir, dolapların içine canavarlar gizlenirdi. Her köşe başında bir hortlak sessizce bizi beklerdi. Bu saatte uyumalıydı çocuklar... Güvenle rüya görmeliydiler. Çünkü korkuları ne kadar gerçekse gece üç yaratıkları da o kadar gerçek olurdu.

Bu genç çocuğun korkusunun meyvesi bir çizgi romandı. Yanı başında duran ve uğursuz bir karanlığın içinde solukça parıldayan...

Yerinden usulca doğrulup canlı bir kalpmiş gibi atan cildi aldı. Bu garip şey onu çağırmıştı. Deli gibi korkutmuş ama yine de bir tutsağın kelepçesi gibi yapışmıştı koluna... Yüzüne doğru kaldırıp üzerindeki yazıya baktı... Kapak simsiyahtı buna rağmen üzerinde sanki sadece soluk bir ışıkmış gibi "Alacakaranlık" yazıyordu. Bir an, çok çok kısa bir an önünde garip bir dünya belirdi. Hiç güneşin doğmadığı ve batmadığı, yalnızca alacakaranlığın yaşandığı, zamanın en ücra köşesine saklanmış, gizli ve korkunç şeylerin yapıldığı bir dünya... Ve orda onu izleyen bir şey hissetti. Bu yaratık her ne idiyse aklını kaçırmıştı.

Tam bunları düşünürken elinde tuttuğu şeyde bir tuhaflık olduğunu fark etti. Siyah kapaktaki soluk yazı daha da soluklaşıyordu sanki... Kalbi deli gibi atmaya başladı. Sonunda yazı yavaşça silindi karanlık bölgeden... Kalbi sanki göğüs kafesinin içinde zorlukla duruyordu. Kapak sanki asırlarca geçmiş gibi süren bir kaç saniye için simsiyah kaldı. Bildiği her şeyden daha karanlıktı. Sonra az daha kalp krizi geçirmesine sebep olan bir şey gördü. Bir an için sanki kapakta kırmızı bir göz belirmişti. Dergiyi elinden fırlatmak istedi ama bir santim dahi kıpırdayamadı.

Göz artık çok daha net görünüyordu. Kendini izlediğini sandığı, deli yaratığın gözüydü bu.... Farkında bile olmadan "Ram Abbalah" diye fısıldadı.

Göz o kadar kırmızıydı ki sanki kendi gözleri yanıyormuş gibi hissediyordu. Tüm vücudu kaskatı kesilmişti. Yanan gözlerinin arasından dergiyi tutan ellerinin saydamlaştığını gördü. Dehşetle haykırdı ama kendi sesini hiç duymadı. Yalnızca kafasının içinde haykırmıştı.

Yatağının üstünde elindeki kara dergiye sıkıca sarılmış bir çocuk yavaşça silindi. Dergi boş yatağa sertçe düştü. Bildiğimiz bu dünyanın, genç çocuğu son görüşüydü...

Hiç yorum yok: