30 Aralık 2009 Çarşamba

Uykuda Uyku

Rüyamda rüya görüyorum.
Rüyada rüya...
Rüyamın rüyasında
bir adam görüyorum.

Uykumda uyuyorum.
Uykuda uyku...
Uykumun uykusunda
Beni gören
bir adam görüyorum.

Uykumun uykusunda mırıltılar,
Rüyamın rüyasında pırıltılar
saçarak
yürüyen bir adam biliyorum.

ÖLÜ BİR ODANIN HİKAYESİ

Son, gece kadar sessiz ve karanlıktı. Adım adım yaklaştığını
Ne ben ne de siz fark edebilirdiniz.
Tüm acılar, etrafı yıkıp savuran bir rüzgar gibi geçmişti.
Yüzünde, yaşadığı her olayın izini taşıyan adam, kapının önünde uzun süre durdu. Artık düşünmek bile ağır geliyordu ona. Ama buna engel olmak elinde değildi. Her şeyi bırakacaktı, düşüncelerini de...Kalan son kuvvetini bu gece harcayacaktı.
Bir an gözleri karardı. Sonra binlerce melek uçuşmaya başladı önünde. Aralarında karısını fark etti. Hepsinden, hepsinden daha güzel ve saftı... İki minik kızı, annelerinin hemen yanlarındaydılar. Üçünü de kucaklamak istedi. Elleri boşlukta kendini buldu.
Kocaman, ceviz kaplama kapı, önünde, Don Kişot’un hayali düşmanları gibi dikilmişti. Gerçekler hayallerden çok daha korkunç ve acıydılar. Soluğunu isteksizce bıraktı.
Her saniye bir asır gibiydi ve sonunda kapıyı açacak cesareti kendinde buldu.
Kapı yılların hikayesini haykırarak açıldı. Sanki o derin sessizliğin içine bir yıldırım düşmüştü. Düşen yıldırımla içinde de bir yerlerin yandığını hissetti.
Evinin kokusun duyumsadı. O aitliğin, yuvanın, sevginin kokusunu...Bu anın yıllarca sürmesini diledi.
Gözüne antika vazo ilişti. Onu zaman karısının gözlerindeki harika ışıltıyı fark ettiğinden beri buradaydı. Evin en güzel köşesinde bütün ihtişamıyla duruyordu. Motiflerindeki muhteşem işçilik, el emeği insanı hayretler içinde bırakıyordu.
Vazodaki çiçekler solmuştu. Tıpkı hayatı gibi... Üzerinden bir titreme geçti.
Mekanik bir hareketle paltosunu çıkardı ve o uzun, yıllarca onların hüzünlerini, sevinçlerini taşımış olan askılığa astı.
Bir dişi kırılmış, kendisi gibi yara almıştı.
Acıyla baktı askılığa...Kamburu çıkmış, eski bir dost...Ağlamaklı...Öylece durmaktaydı.
Ayakları öylesine ağırdılar ki, sanki kaldırımları da beraberinde getirmişti.
Salona doğru bitkinlikle ilerledi. Bütün güzel anıları o anda yaşamaya başladı. Bu bir lütuftu, biliyordu. Her şey o kadar canlıydı ki!
Bir yeni yıl gecesindeydi şimdi. Muazzam bir çam ağacı piyanonun hemen yanında adeta parıldıyordu.
İki kızı ağacın hemen yanında oturmuş hediyeleri açacakları vakti heyecanla bekliyorlardı. Gözleri öylesine parlaktı ki ikisinin de, tüm oda sanki bu ışıltıyla aydınlanıyordu. Gülümseyişleri kocamandı.
Kendisi neşeli bir şarkı çalıyordu piyanoda. Karısı ise güzel sesiyle ona eşlik etmekteydi.
Görüntüler değişmeye başladı, bir yaz günündeydi artık. Kızlarına piyano çalmasını öğretiyordu. O gün o kadar çok gülmüşlerdi ki! Onlarla birlikteyken hayat anlatılamayacak kadar güzeldi. Yaşamasının tek anlamıydı ailesi... Oysa Artık hiçbir nedeni kalmamıştı bu dünyanın... Tanrı her şeyini almıştı ondan... Ailesini almıştı...
Kendini piyanonun başında buldu. O gün kızlarına öğretmeye çalıştığı şarkıyı çalıyordu. Gözlerinin yandığını hissetti, ardından da birinin hıçkırıklarını duydu...
Yıllarca kahkahalarını paylaştığı bu piyanoyla şimdi gözyaşlarını paylaşıyordu. Son bir kez karısıyla onun en sevdikleri şarkıyı çaldı...
Hayatında yediği en güzel yemeklerin piştiği mutfağa yavaşça girdi. Elleri tezgahların, masanın üzerinde hafifçe dolandı.
Musluğun önünde durdu ve kapalı olan gözlerini açtı. Pencerenin camında karısını gördü. Hemen arkasında kendi vardı, sımsıkı sarılmıştı ona...
Eli buz gibi cama değdi. Bir çok anının tanığıydı bu pencere... Keşke her şeyi izleyebilseydi oradan...
Eli çerçevenin üzerinde gezinirken, duvarda asılı duran kırmızı soğanlara çarptı. Gülümsedi... Karısının en lezzetli yemeklerine tat katmıştı. Her yemeği bir ziyafete dönüştürmüştü. Neredeyse minnetini gösterecekti ona.
Aniden her yer soğudu... Gerçekleri anımsamıştı. Kafasını acıyla aşağı eğdi ve o sırada gözüne bir şey çarptı. Oyuncak bir bebek... Onu anımsadı. İki kızının da en sevdiği oyuncaktı bu. Uzanıp aldı, bir süre bağrına bastırdı. Kızlarının kokusu sinmişti üzerine... Kararını verdi, o da onunla gelecekti...
Adımlarını hızlandırdı, vakti her geçen dakika daralmaktaydı. Çalışma odasına girip gaz lambasını yaktı.
Çok eski zamanlarda ailesini bu lamba aydınlatırmış. Onun ışığında bir çok şey yaşanmış, hikayeler anlatılmış. Yıllarca ailesine hizmet etmiş. Şimdi ona bir aile yadigarıydı ve son görevini yerine getirecekti.
Çalışma masasının başına oturdu. Günlüğü açık olarak durmaktaydı önünde... Neler yaşadığı, tükenmesine sebep olan her şey orada yazılıydı. Onun hikayesini barındırıyordu bu defter. Artık bedeninin bir uzvu gibi olan kalemiyle son bir şeyler karaladı deftere. Hep bu kalemi kullanmıştı. Elinde o olduğunda düşünceleri kolayca akardı. Son kez düşüncelerindeki nehir...
İmzasını atarken mürekkebin bittiğin fark etti. Son yaklaşmaktaydı.
Oyuncağı ve defteri ilerdeki bomboş rafa koydu. Orada dikkati çabuk çekeceklerdi.
Ev tamamen sessizdi ve sanki yaşayan bir varlık gibi yas tutmaktaydı. Yalnızca uzun zamandır boş ve mutsuz olan raf şenlenmişti. Ufakta olsa karanlıkta bir ışık...
Adam tükendiğini hissetmekteydi. Vakti doluyor, ilaç etkisini göstermeye başlıyordu.
Pencerenin yanındaki sallanan sandalyeye oturdu. Başını yukarı kaldırıp yıldızları izlemeye koyuldu.
Karanlık üzerini bir yorgan gibi örttü ve ölüm ona gülümsedi...

Her şey Gibi

Bazen her şey ne kadar garip ve zor.
Kararsızlık sarmış ruhumuzu
Ve hüzün her yerde
Koyu bir umutsuzluk
Çevrelemiş etrafı
Ve gözyaşları.
Kahkaha sesleri…
Ama uzaklarda
Karmaşık duygular
Yalnızlığın girdabında
Kaybolan bir büyü gibi
Sevgi
Garip
Her şey gibi…
Dolambaçlı yolların gerisinde
Bir ışık
Tıpkı yüreğimin
Amber rengi
Işığı gibi
Soluk
Ama orada
Görüyorum
Çaresizce uzanıyorum
Tutamıyorum
Garip
Her şey gibi…
Koşuyorum
Hayallerimin peşinde
Yetişemiyorum
Önümde bitmeyen engeller
Dağlar gibi
Ve zamanın nehirlerinde
Sürükleniyorum
Garip
Her şey gibi
Kader gibi
Yaşam gibi.

Hayatın Harfleri

Aşk çölde serin bir düş
Buraları ıssız, adımlar tuzlu
Cevapsız tüm soru sözcükleri
Çarmıha gerili kalmış sesim
Davetkar ruhunda beklentim
Erguvani açar elem çiçekleri, çizgisinde karanlıklar
Fenerler, gece fenerleri yanıyor mu?
Güneş, karanlık yatağında, sönük.
Hüzün kokulu bir mendil
Işıltılı sedefler denizde
İzi kaderin, alnımda, elimde
Jilet keskinliğinde rüzgar
Karanlık, yaşamın baç ucunda durur
Laleler siyaha döndüğünde, ölüm ayağa kalkar
Melekler umarsızca uçarlar
Nefesimde gölgemin titreyişi
Ormanlar yanar
Örtünün rengi turuncu. Ateş!
Papatyalar kapandı mı?
Resminde kapanmış papatyalar.
Seher vakti gelince, büyülü zaman akmaya başlar.
Şamanlar eski dillerin içinden şifa çıkarırlar,
Tan yeline hiç sormadan.
Uyanış şarkısını söyler her dem,
Üzüntülerin kapısını kapatır.
Velâkin
Yaşamak
Zor ama parlak yıldızlar kadar hülyalıdır.

Çiğ Tanem

Sus, çiğ tanem.
Fısıldama yağmur!
Kirazlardan yaptığım
Küpeler vardı,
Bir yaz gecesi!
Onları ver bana.
Sabaha az kaldı
Sen uyan gönlüm,
Ben biraz burada kalacağım.

***

Sus, çiğ tanem.
Karda saklı adımlarım.
Soluğunda ben,
Bir ben varım.
Aşkı mühürledim yüreğime
Susmaz oldu mısralarım.
Durgun denizde bir gemi.
Sabaha az kaldı.
Korkma
Döneceğim.

***

Sus, çiğ tanem.
Kalbimde eski şarkıların
Mırıltıları.
Lavanta kokulu
Bir sandıkta saklı
Genç gelinlerin çeyizleri.
Sabaha az kaldı.
Bekle,
Geleceğim.

28 Aralık 2009 Pazartesi

Arayış Türküsü

Hayatın neden, niçin ve nasılları
Zamansız bir ölüm uçuşuyla
Kıpırdattılar,
Uyandırdılar sancılarımı.

Bilinmezliğin eşiğinde kasırgalar
Yaprakları dökülmüş ağaçlar kadar
Karanlıktılar.

Sarmaşıklar
Yıllara dolandılar.
Kimsesiz, adı olmayan şarkıların
Yaşamla arasında tül perdeler çekilidir.
Bunu hiç bilemedi insanlar
Ve bir arayış türküsü tutturdular.

Kör Kanaryaların Düşlerinde Gezinti

Sessiz,
Sedasız geldi sancılar…
Sarsıntılı
Seraplarda garip bir yolcuyum…
Kör kanaryaların
Düşlerinde,
Sonu olmayan
Tünellerde yürüyorum.
Soru sorma
Yanıtları çaldılar.
Beni sevme
Yüreğim kayıp…
Soluksuzum
Uzun zamandır…
Uçmuyor
Bu vakit kuşlar.
Göç etmiyorlar
Sıcak ülkelere
Hepsi soğuk…
Ölüyorum
Ellerimde kan.
Titreyişimde
Ağıtlar…
Vurup geçti
Zaman….

8 Eylül 2009 Salı

Ölümü Beklemek

Beklentinin korkusuzluğu
Yazılmış ruhuma…
Yollarda adımları ölümün
Bekliyorum.
Karardı gözlerim.
Korkunun tadı ağzımda.
Titreyen sesimde
Gizlendi gölgem.
Ölümü bekliyorum.
Sen beni bekleme
Dönmeyeceğim.
Buğulu gözlerinde yaş,
Ağlama sevdiceğim.
Ölümü bekliyoruz.
Kanlı ellerimde öfke
Kırılmış bir camdı yürek
Parçalarına sonsuz yansırdı
Avuçlarımdaki son şey
Rüzgar olmalıydı.

Dünden Kalan Aşk Kırıntıları

Seher vakti
Mırıldandığım bir şarkıyı
İsimsizliğime gömdüm.

Sakat bir puhunun
Ötüşünde hapsoldum.
Puhunun gözlerinde
Ölüm!
Sus, sessizlik duymasın.
Sabaha karşı kargaların
Uçuşlarında karanlık.
Cebimde dünden kalan
Sevgi kırıntıları.

Yollarda yokluğun tuzları
Kar mı var?
Ben görmedim.

ÖLÜRÜM

ÖLÜRÜM
Ölürüm; karanlığa esir kalır gözlerim…

Ölürüm; saçlarım ağıtlarla yıkanır…

Ölürüm; bir sabah
zamandan ayrılır gibi…

Cesedim zamansızlıkta takılı kalır.

Giderim;
ardımda sesimi bırakıp…

Anamın muhkem kanatlarından
sıyrıldım çoktan…

Kendi kanatlarım uçurmaz beni,
ölürüm…

Giderim;
yanıma geceden bir parça ve
bir tutam gündüz alırım
gözlerim için…

Giderim;
kalanlarım sessizce ağlar.

Ölürüm;
kan olur tüm kelimelerim…

24 Ağustos 2009 Pazartesi

SÜVARİ

Soğuk ve uzak yıldızların
Sessiz çığlıkları
Hiç ulaşmadı bana
Öksüz çocukların
Sahipsiz bedenleri
Hiç yaşamadı
Anne sevgisini

Seni
Hiç tanımadım
Tüm konuşmalara karşın
Sahanında akşamın
Zamanı pişirdim

Yelesiz bir at gördüm
Rüyamda
Üzerinde sen oturuyordun.

MAVİSİZLİK

Akıp gidiyor koyusu mavinin
Ve sularda
Ve gemilerde bir uğultu…
Kara sayfalar dağılıyor
elden ele…
Elden ele uzuyor bir soluk.
Kopup gidiyor gecenin bir parçası
Kuşluk vaktine karışıyor…
Açık bir mavi
-belli belirsiz – bağırıyor...
Duyan yok…
Sağır oldu tüm kulaklar,
Gözler ama…
Gece hiç olmadığı kadar karanlık
Ve mavi diye bir renk yok artık!

KULENİN ETRAFINDA

Ve beşimiz kulenin etrafına toplandık.
Hırslarımız, ihtiraslarımız, iyiliğimiz ve kötülüğümüzle...
Savaşlar topladık melez tarlalardan...
Yaratılış ölmüştü, biz geldiğimizde
Ve biz onu baştan yarattık.
Kana kan, ete et koyduk
Ruhumuzu üfledik gözlerine...
Tüm Tanrıların gözlerine bakarak
Yaratılışı yeniden dirilttik,
Tek bir Tanrıya inanarak...
Ve biz beşimiz kulenin etrafına toplandığımızda
Tek bir şarkıyı çaldık
Bedenimizdeki ürpertilerden geçirerek notaları,
Akıtarak parmaklarımızdan, hatırladık.
İşte o zaman karanlık
Aydınlanarak silindi aklımızdan
Ve biz beş küçük tanrı
İnsanlığı kurtarmak için geldik.

20 Ağustos 2009 Perşembe

Yedi Renk Ve Yedi Günah

Bugün Gökkuşağının
Yedi rengi de soldu.
Yedi günah
Dünyanın atmosferinde
Sinsice Soluyordu.
Sabahın saat
Yedisinde kabuslar
Yedisinde sirenler
Yedisinde sorular
Yedisinde oluyordu her şey.
Gökkuşağının yedi rengi
Bir çiçek gibi
Kurudu, soldu.
Yedinci ayın, yedisinde
Akşamlar beni buldu.
Yedi gece açıktı gözlerim
Yedi gece
Karanlıkta yankılandı sözlerim.
Yedi renk soldu diyorum.
Yedi günah soluyor.

Şizofrenin Romantizmi


Sana Ay’ın
En güzel Kraterinde
Gönül sofrası kurdum.
Kadehlerimize kan doldurdum,
Gönlümün en temiz kuyusundan…
Pıhtılaşmasın dikkat et!...
Tabağındaki yürek,
Atar, atar ölene dek.
Sana verdim kalbimi
Bana kadavram kaldı…

***

Aşk sığmaz bu pakete.
Parçalara ayırmalı onu,
Parçalandıkça çoğaltmalı aşkı!
Ben, sen, o! Biz, siz, onlar!
Sonra da kalanları
Buzdan bir dolabın
Takırdayan soğuğunda
Sonsuzluğa bırakmalı…

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Discordia


Uyandın,
Rüzgarın yüzüne çarptığı
Bir rüyayla…
Kapadın,
Tüm acımasız kapılarını
Dünyaların…
Ah Discordia!
Ölüme gebe bir kadınsın.
Savaşlar çıkaracaksın
Bembeyaz bacaklarının arasından…
Kederle ağlayacak gök
Ve yarılacak toprak şah damarından.

Gök gürültüsü, yıldırım,
Parçalar mekanı ansızın.
Kaç buradan silahşor
Hiç yok zamanın…

15 Ağustos 2009 Cumartesi

On Üç


I. Akşam oldu,
KARANLIK yaklaşıyor.
II. Geliyor,
Gözlerimde kara bir duman.
III. Kelimeler,
Kilitlendi, duyamıyorum.
IV. Sabah,
Sonsuz uykusuna daldı.
V. Kaçış,
Basamakları hızla tırmanıyor.
VI. Fısıltılar,
Geceyi biçimsizce sarıyor.
VII. Uyanıyor,
Karanlığın kızı gece.
VIII. Sarsıntı,
Ruhunda, yersizce.
IX. Esiyor,
Islığında azgın rüzgar.
X. Yürüyor,
Siste, sessizce kaldırımlar.
XI. Uzaklar,
Yakınlarda uğulduyor.
XII. Seslerinde,
Hüzün, kör kanaryaların.
XIII. Kanatlanıyor,
Hikayesi akşamın,
ALACAKARANLIĞIN.

14 Ağustos 2009 Cuma

Rüya Tarlaları


Tek gece, bin gece, hep gece…
Bitmez bir mırıltı olur dudaklarda her hece…
Parçalara dağılır, ansızın,
Üzerlerine yağar rüya tarlalarının.

Yıldız yıldız yağar karanlık…
Her tanesi
Geceyi giyinmiş kardır.

Uykular yetişir, büyür, çoğalır…
Rüyalar yeşerir, goncalanır…
İsli koridorlarında zamanın
Çığlıklar atan bir kadın,
Kabuslar kusar gözlerinden…

Gölgelerde, gölgeler, gölgeler kımıldanır.
Kara bir gül doğar, kanayan topraktan.
Ay’ı tükürüp atar bedeninden gece.
Düşlerin hüküm zamanıdır.

Rüya gibi sarı,
Rüya gibi mavi,
Rüya gibi kırmızı,
Rüya gibi yeşil,
Rüya gibi bin bir renk
Patlar sonsuz gök…
Parçalara dağılır.
Her parçasında trajik bir karnaval yaşanır.

Geceyi giymiş bir adam çıkagelir…
Sarı pırıltılarını dağıtır, serper, yağdırır…
Kum olur, çöl olur, yas olur, yaş olur…
Kaybolur gerçeklik, kör olur.

Körebe oynar insan,
-çarparak boz duvarlara-
Arar kendi cesedini…
Gecenin ötesindeki diyar
usulca mırıldanır...
Rüyalar


lır
gökyüzünün aynasından.
Sis kaplar etrafımızı.
Bir adam
- düş kokulu -
süzülerek yaklaşır
zamanın aralığından,
üzerinde karanlıklar...

Rüyaların Lordu



Yedi ses yankılandı dünyada...
Biri rüyalara hükmetti.
Karanlığa büründü bir adam,
upuzun boylu, bembeyaz tenli...
Üzerinde rüya kokusu.
Düşlerle seviştik geceleri...
Durdu bir yerlerde, bir zaman.
Gözlerimizde minik, sarı pırıltılar.
Kim koydu bu kum taneciklerini oraya?
Kimdi bu düşleri başlatan?
Sen morpheus!
Rüyalara hükmeden!
Karaları giyen adam...
Bize fısıldadıkların nedir?
Nedir rüyalarımızda hatırladığımız,
uyandığımızda unuttuğumuz sırlar?